Ah yapışkan kağıt notları. Ah eski defterlerin yüzümüze “pat” diye çarpılması. Yakmak mıydı en doğrusu? Hiç almasa mıydık kağıt toplarını seneler sonra elimize? Okumasa mıydık? Yazmasa mıydık? Bilmem.
İşi çıkmasa zoruma gitmezdi
“Zoruma gitmedi değil.” Yanlış anlaşılmasın bu serzeniş. Artık kimsenin neden, nereye ve nasıl gittiğini sorgulamıyorum. İşi çıkmıştır ve gitmiştir, işi çıkmasa gitmezdi diyorum. Sorular ile sorunum kalmayalı çok oldu. Biraz Polyanna iyimserliği, biraz da Titanic batarken çalmaya devam eden kemancı gamsızlığı ile bakıyorum hayata. Bir insan daha fazla ne kaybedebilir ki sonuçta?
Kuşak farkı ve sosisli börek
“Ben içi yok denecek kadar az, yaban otlu tava böreğiyle büyümüş adamım. Yaşattığın bu kadar farklı hissiyatın üzerine birde ne diye farklı lezzetler tattırırsın be kadın? Mukadder sonu biliyorum, gideceksin. Farklılıkları sevmediğim gibi mutfağa girmeyi sevmediğimi de bilirsin. Bilir misin? En azından bunu bilirsin değil mi? Bir seni özleyecekken bir de sosisli böreği mi özleyeyim? Yok, kaldıramam, bu gaile bana fazla.” Seneler geçti ve artık bende börek yapabiliyorum. Sosislisini bile! Satranç oynamaktan çok daha kolaymış.
Közde unutulmuş biber
Bugün bir haber aldım. Değişik bir ruh haline büründüm. Nasıl tarif etsem bilemiyorum, böyle pişirilmek için en sona kalmış, millet kebap keyfi yaparken yanan közde unutulmuş biber gibiyim. İçimde öyle yandı yandı da derime yapıştı tüm organlarım. Hani sağlam görünüyorum ama biri dokunsa kül olup dağılacağım.
Yok yok, olmazdı
Olmayacak duaya amin dedik. O iş öyle olmazdı. Zaten fizik kurallarına da aykırıydık. Yeşilçam da bitti neticesinde. “Atom fiziğine de profesörlüğüne de lanet olsun!” diye haykıracak bir babayiğit kalmadı. Varsa da ben değilim en azından.
Uyku sorunsalı
Sabah erken uyanmak için insanın bir amacı olmalı. Mevzu iş sahibi olmak falan değil, amaçtan bahsediyorum. Sevgi olur, hırs olur, istek olur, tutku olur… Bir amaç.
Her gün sabah alarmla gözümü açtığımda bir saat ötelemek istiyorum. Sonra bir saat daha. Bir saat daha. Bir daha… Uykusuz kaldığım veya uykumu alamadığım için değil, uyanacağım günün, uyuduğum günden bir farkının olmayacağını bildiğimden.
Bir Yeşilçam hikayesi
- Nereye kadar böyle gidecek?
Ağlamaklı gözleriyle, umut içeren bir cevap bekledi. Diğer zamanlardan farklı bir cevap alsa her şeyden vazgeçmeye hazırdı.
- Gittiği yere kadar. Sonu ne olur bilinmez. İyi olmasını istiyorum, iyi düşünüyorum.
Yine her zaman ki cevap gelmişti. Bu cevabı alınca ne gitmek istedi, ne kalmak. Ne konuşmak istedi, ne susmak.
- Gittiği yere kadar, tam olarak neresi peki? Olmuyor anlamıyor musun? Ne sarılabiliyorum ellerine, ne kopabiliyorum senden. Yanına gelince hiç bir şey düşünemiyorum. Ama senden uzağa gidince içim içimi yiyiyor, kaldıramıyorum bu yükü.
- Bunu sadece sen mi yaşıyorsun? Sadece sen mi omuzladın sanıyorsun bu yükü? Allah aşkına aynı şeyleri sürekli önüme getirme. İç çayını, kalkıp gidelim.
Kısır döngü tekrarladı. Konuşulanlar sonuçlanmadı ve sorun giderilmedi. Hem öyle kolay giderilecek bir sorun da değildi. Sonunda ölüm yoktu elbet ama ölüm olsun isterdi ikiside.
- İçmiyorum. Kalk gidelim.
- Allah aşkına insanı bunalıma sokma. İç şunu, defolup gidelim. Sürekli aynı şeyi yapıyorsun. Nereye kadar diye sorup, günümüzü zehir ediyorsun. Olacak işte. Bir şey olacak. Ya bizim için iyi olacak, birlikte ömür süreceğiz. Ya da…
- Ne ya da? Bu kadar basit mi? Olmayacaksa neden daha çok bağlanıyoruz? Neden her gün yeni anılar biriktiriyoruz? Bizden hiçbir şey olmaz!
- Al işte yine veda sözleri. Yine aynı sen. Yine aynı şey.
- Ne yapayım peki? Hayatımızı zehir ediyoruz görmüyor musun?
- Beraber geçirdiğimiz hayat sana zehir mi geliyor? Ben mutlusun sanıyordum.
- Sonu yok.
Sonu yok
Sonu yok. Ölüm olan bir dünyada, beşeri her şeyin sonu vardır oysa ki. İyi veya kötü. Güzel veya çirkin. Hiç bir şey sonsuza kadar devam edemez. Ama bahsi geçen son, ölümsüzlük anlamında ki sonsuzluk değildi. Birlikte yaşlanamamaktan, birlikte bir hayat sürememekten bahsediyordu.
- Ne demek sonu yok? Ne diyorum? Ya bizim için iyi olacak birlikte mutlu olacağız. Ya da…
- Ne istiyorsun benden?
- Seni seviyorum. Sadece bunu biliyorum. Bunu değiştiremiyorum içimde.
- Bende… Ama… Neyse, kalk gidelim.
Ama ile başlayıp cümle dahi kuramadan, neyseler söylendi. Vazgeçmek değildi bu. İyi şeyler ümit ederek, engelleri ötelemekti sadece. Çünkü daha önce bulamadıkları bir şey bulmuşlardı birbirlerinde. Değişik bir his. Çok güzel bir his.
- Tamam. Daha fazla canımız sıkılmadan gidelim.
Ve sonra
Mahcubiyet miydi? Suçluluk mu? Bu kadar anlayışsız yapan neydi? Hislerinden şüphe duymuyordu. Fakat bu cevaplar, hislere göre çok yalın ve itici kalıyordu. O’da farkındaydı aslında. Böyle olmamalıydı.
Aslında sorun yaşayan kendisi de değildi. Etrafından olmaz baskılar gören O değildi. Fakat kendisi yüzünden karşı tarafın baskı görmesini gururuna yediremiyordu. Mahcup kalıyordu, dik durmaya çalışıyordu, başaramıyordu.
Kısır döngü senelerce devam etti. Ne biri sormaktan sıkıldı ne diğeri cevaplamamaktan. Çünkü biliyorlardı, ellerinden gelen bir şey yoktu. Ne gidebiliyorlardı, ne kalabiliyorlardı.
Ve son
Derken gittiği yere kadar gitti ve her şey inceldiği yerden koptu bir gün. İyi düşünelim, iyi olsun denen hiç bir şey umulan gibi olmadı. “Ya da” diye başlayıp, devamını getiremedikleri o üç nokta gerçekleşti. Giden kim, kalan kim zerre kadar önemi kalmamıştı. İkisi de gitmişti, ikisi de kalmıştı, ikisi de yanmıştı. Üstelik bu yangının sebebi kendileri değildi.
O kağıtlardır bizi biz yapan. Durma, yaz, paylaş. Yüreğine sağlık.
Eyvallah azizim.