İki sene, belki üç sene boyunca her akşam başımı yastığa koyduktan sonra, uyku sonsuzluğuna dalmadan önce; unutmak için dualar ettiğimi ve karanlıkta hissettiğim hissizlik katımı her gün yeniden tırmandığım zamanları hatırladım. Dualarım kabul olmuş olacak ki artık saatleri saymadığımı fark ettim. Ne kadar zaman oldu diye sordum kendime; ezbere cevap veremedim, notlara bakma ihtiyacı duydum, bakacak bir not bile kalmamış. Kiminin mürekkebi dağılmış, kimi yanmış, tekrar birleştirilemeyecek kadar küçük ve düzensiz parçalara ayrılanlar, kaybolanlar… Reşat Nuri’nin Acımak kitabında dediği gibi yani; “İstinat noktaları yavaş yavaş aşınan,sonra günün birinde en ehemmiyetsiz bir sarsıntı ile birdenbire göçen binalara benzedim.” Hiç bir gücü olmayan bir sarsıntı yaşamışım; ruhum, bedenim ve hatta anlam katmaya çalıştığım cansız nesnelerim göçüvermiş ben farkında dahi olmadan.
Unuttuğunu neden hatırladın diyeceksin. Yine bir haber geldi dostlardan. Akşamın bir saati, yine nerelere gidersin bilinmez düşmüşsün yollara. Selam da vermişsin önceleri konuşmaya değer görmediğin dostuma. Hasbıhal etmişsin bir de ayaküstü. Sanki unutulduğunu bilip, kendini hatırlatmak istemişsin. Sanki yaranın kabuk tuttuğunu görüp önce kabuğu kazıyıp sonra üzerine tuz dökmüşsün. Sanki inancımı zorlamak istemişsin. Bak yine aklıma düştü; o zamanlar karşıdan bana doğru gelişinde Paulo Coelho’nun Simyacı kitabından alıntı yapardım, gelişini izler ve görüş açıma girdiğin andan, yanıma kadar geldiğin ana kadar defalarca kez içimden tekrarlardım; “Belki de Tanrı çölü, insanlar hurma ağacını görünce sevinsinler diye yarattı.” Öyleydi. Çölde yaşadığımı hissederdim, seni de yanıma doğru yaklaşan hurma ağacı olarak görürdüm. Zamanla birlikte mesafe, mesafeyle birlikte anılar, anılarla birlikte kayboluşlar süresi boyunca da seni göremeyip sadece haberini aldığım zamanlar da tekrarlar oldum bu iktibası. Ve zaman bana öğretti, yaşadığım çölde ki hurma ağacının sadece ışık yanıltmacı olmaktan öte bir şey olmadığını.
O zamanlar acımı yakından tanıyan; yine o zamanlar selamına layık görmeyip, geçen gün yolda hasbıhal ettiğin dostum ulaştı. Normalde ismin ile beraber kor düşen zihnim haberini alınca eskisi gibi olmadı, hatta hiç etkilenmedi. “Ne durumda, nereye gider, nasıldır, bir şeye ihtiyacı var mı, ne olacak, ne kadar sürecek” diye düşünmedim. Önceden olsa, çok zayıflamışsın, zulmetme kendine derdim. Onca zaman sonra; kalbim sızlamadı, ben ki en iyi bilen kişiyim kalp sızısının en ağır kemik sızısından daha ağır olduğunu!
Ölü Kadınlar Memleketi’nde Burçe Bahadır demiş ya; “Acımadı, acımadıysa sayılmaz!”. O yüzden benim ben olduğum bu hayatta sayılmaz artık sana dair hiç bir şey. Bana, benim “ben” olduğumu hatırlattığı için teşekkür ettim dostuma, olur da görürse tekrar bilgi vermemesi için de rica ettim ve en son veda ettim. Sana ve sana dair her şeye.