Beni rahatsız eden her düşünceden, kendimi soyutlamayı başardığımı düşünürken, bilinçaltım yine yaptı yapacağını ve unuttuğumu düşündüğüm her şey birbirinin ardı sıra, gece boyunca “Furkan’ın Rüya Televizyonu”nda birinci kanala yerleşerek, reyting rekorları kırdı. Bir de gözlerime dün sorsanız tarif edemeyeceğim detayları an be an sundu. Yani; bu sabah gözlerimi inanılmaz derecede buruk bir güne açtım.
“O gün” henüz gelmemiş
Aklıma, Tatar Ramazan filminde ki sürgüne çarıksız, yürüyerek gönderilen mahkum gibi; yüreğimi bırakın, ayaklarımın altının dahi yandığı günler geldi. Oysa ki Vasconcelos’un Şeker Portakalı’nda dediği; “Evet öldüreceğim. Çoktan başladım bile. Öldürmek derken öyle Buck Jones’un tabancasını alıp ‘dan’ diye öldürmek değil. Kastettiğim onu kalbimde öldürmek. İyiliğini istemekten vazgeçmek.” öldürme işini layıkıyla yaptığımı düşünüyordum. Hatta sadist bir katil gibi içimde; içimde kalan her şeyi öldürürken, ölüm sahnelerini kahkahalar atarak izlemiştim. Aynı paragrafın sonuna eklemiş Vasconcelos; “Derken, bir gün ölüp gidecek.”. Burayı gözden kaçırdık sanırım. Demek ki bahsettiği “bir gün” henüz teşrif etmemiş.
Makinisti ele geçiren sinema makinesi
Bugün, yapmamam gereken ne varsa yaptım. Gitmemem gereken sokaklara gittim. Görmemem gerekenlere baktım. Bugün beynime ve vücuduma ben hükmedemedim, kendi özgürlüklerini ilan ettiler ve beni bütünüyle ele geçirdiler. Jay Asher’in “Ölmek İçin On Üç Sebep” kitabında dediği gibi “Geçmişi başa sarmak istedim.”. Kurban sırasını beklerken güneşin yansımasıyla parlayan kanlı bıçağı gören bir deli dana gibi önümü görmeden, etrafa çarpa çarpa koşmaya başlamıştım.
Lastiği patlayan bir araba jant üstünde kaç kilometre gider?
Önce beynimin, sonra bedenimin üzerinde tekrar hakimiyet sağladım. Kendi içimde ki kaos sonucu yaşadığım olayların sonunda, yırtık lastiklerinin üzerinde yol yapmış bir arabanın jantları kalmış gibiydi. Belki durup patlayan tarafımı onarmaya çalışsam veya bir fırından değil de lastik ustasından destek istesem bu kadar hasar kalmayacaktı. Fakat gece yolculuğunda, yardım çağıracak kimseyi bulamayacağıma emin olduğum, ıssız bir yerde kalmış gibi çaresizce patlayan lastiğin üzerinde, hüznüme en yakın ve destek verebilecek en uzak geçmişime yardım istemeye gitmeyi tercih etmiştim. Onca zaman uğraşıp, nereyi, ne kadar tamir ettiysem, sadece bir gün de tüm emeklerim boşa çıktı. Kapattığım neresi varsa, aynı yerlerde daha büyük hasar bıraktım.
Otur “SIFIR!”
Alacak ders, görecek konu kalmadı sanıyordum. Daha önce defalarca aldığım dersten ve çıkardığım sonuçlara bağlı tecrübelerden tekrar sınıfta kaldım. Başı Sınuklar İçin Klavuz kitabından not aldığım ve çalışma ortamımda görebileceğim yerlere astığım anekdot tekrar ilişti gözüme. “Anlamak, anlaşılmaktan önce gelir.” Kendini anlamayı dahi başaramadan neden anlaşılmayı bekler ki insan?
Olmayacağına dair ümitsizliğe kapılmadan, tekrar başa sarma vaktidir;
“Evet öldüreceğim. Çoktan başladım bile. Öldürmek derken öyle Buck Jones’un tabancasını alıp ‘dan’ diye öldürmek değil. Kastettiğim onu kalbimde öldürmek. İyiliğini istemekten vazgeçmek. Derken, bir gün ölüp gidecek.“