Biz beş kardeşiz hepimizin aynı yerinde; boynumuzda mercimek boyutunda et beni var. Babamızın kalıtsal geninden bize kalan bir hediye. Elimi atıyorum boynuma, sanki babam hiç gitmemiş gibi, sanki babam saçlarımı okşuyor gibi, babamı seviyorum.
Adı Yılmaz, kendi yılmaz babam, 6 aylık iken annesiz kalmış. Bebek olduğundan kaybının acısını yaşamamış, hatta hiç öğrenmemiş ve üvey annesini öz annesi bilmiş. Ta ki öz anne bildiği Fatma Nine rahmetli olunca, komşu kadın Pembe Teyze “Analığın öldü mü?” diyene kadar. O gün öğrenmiş aslında annesi sandığı kadının analık olduğunu.
Babasına koşmuş, duyduklarını anlatmış. Dedem Pembe Teyze’nin ağzından dökülenleri doğrulamış ve yürek sızlatan diğer haberi de eklemiş; “Annen sen doğduktan hemen sonra öldü.” Babam bir gün içinde iki annesini birden yitirmiş. Bir insan ne kadar öksüz kalabilirse, o kadar öksüz kalmış işte.
Dedem de çok yaşamadı Fatma Nine’nin acısıyla, çocuk olduğum için tam hatırlayamadığım 90’lı yıllarda öldü. Yine canından can eksilen babam, içinde kor alevi ile bulunduğu taziyede yeni bir haber alır; “Öldü diye bildiğin annen yaşıyor Yılmaz.” Tam 42 senedir tanımadığı, varlığını seneler sonra öğrendiği, öğrendiğinde ise öldüğü söylenen insan, annesi, yaşıyormuş meğerse.
Bu sefer bir kişiye sorup, aldığı cevapla yetinmedi babam. Mutlak gerçeği bulana kadar dünya kazan, babam kepçe, herkese sordu. İzmir’de olduğunu öğrendi sonunda. Durdurmaya çalışanları dinlemedi, gerçek uğrunda düştü yollara.
Babam “Kapıyı çaldım, bir kadın açtı.” diyor. Eklemiş sonra; “Saniye Hanım’ı görebilir miyim?”. Kapıyı açan kadın; “Sen kimsin?” demiş. “Adım Yılmaz. Oğluyum.” demiş. Kadın elleri titreyerek boynuna uzanmış, et benine dokunmuş. Sımsıkı sarılmış. O da oğlunu öldü biliyormuş. Eski zamanlar işte. Hani şu televizyonlarda izlediğiniz ve olmasına imkan vermediğiniz sahneler gibi yani. Yine içim ürperdi, bak elim boynuma gidiyor, özlüyorum babamı.
Babam gideli kaç gün oldu hatırlamıyorum. Kapıyı çaldı. Yanında bir teyze. Babaannemi getirmiş bize. Babaannem başından geçenleri, belki de her gece anlatıyordu. Kardeşlerimle otururduk karşısına, masal gibi dinlerdik ağzından çıkan her sözü. 13 yaşındaymış, onun da annesi, babası yokmuş. Teyzesi bakıyormuş, dedem kaçırmış… “Mustafa (dedem) bizim mahallede bakkaldı. Masmavi gözleri vardı, deniz gibi. Çocuktum, aşıktım.” diyor. Konuşmuşlar. Dedem; “Bu gece çakmak yaktığımda gel, ama bir daha eve dönmeyeceksin.” demiş. Hiç düşünmeden gitmiş, 14 yaşında bir de hamile kalmış babaannem. Öyle güzel anlatırdı ki bu kısmı; “14 yaşındayım, hamileyim, karnım burnumda, kapının önünde mahallenin çocuklarıyla ip atlıyorum, komşular bağırıyor; Saniye koş kocan geliyor! Terliklerim elimde eve kaçıyorum… Sonra bir gün Yılmaz 4 veya 5 aylık, bahçede havuz var, havuzun üstüne beşik kurdum, koydum Yılmaz’ı beşiğe, ev işlerine daldım, bir baktım Yılmaz yok, havuza düşmüş! Atladım suya…” Her seferinde aynı heyecan ile anlatırdı, her seferinde aynı merak ile dinlerdik.
Nasıl oldu bilinmez; “Bende çocuktum, ama anneydim. Ayırdılar bizi, evladın öldü dediler.” Gitmiş bu şehirden. Malatya’ya gidip, bir sağlık ocağın da uzun seneler boyu gönüllü ebe olarak çalışmış. Orada da evlenmiş, İzmir’e taşınmış.
Şimdi babam öldü, senelerdir annesine söyleyemedik, öldüğünü bilmiyor. Kalbi yaşlı, dayanmaz diyorlar, izin vermiyorlar söylememize. Senelerce birbirlerini öldü diye bildiler. Bir adam iki defa öksüz kaldı. Bir anne bir defa evlat acısı çekmiş olsun, ikincisi ağır gelir diyorlar. Belki de haklılar.
Bak yine elim gitti boynuma.