Cemal Ağa herkesten farklı adamdı. Aslında kimseden bir farkı yoktu ama kendini öyle tanımlardı. Ayrıca bakmayın ağa dediğime, aslında kimse ismini zikretmeye ihtiyaç duymazdı. Nadir zamanlarda, konuşma aralarında lafı açılırdı ve ismini söylemek zorunda kalan herkes “Cemo” derdi. Ağalığını kendisi ilan etmişti ve tek tebaası 20 küsur yıllık eşiydi. Kendisine sorsan; çok iş yapardı ve her işten esaslı şekilde anlardı. Oysa gerçekte, bugüne kadar bir betona çaktığı tek çivi bile yoktu.
Değişik adamdı Cemo. Her sabah uyandığında duşunu alırdı, saçlarına limon sürerdi ve tıraşını tek bir gün aksatmazdı. Mecliste, ekonomi çıkmazına çözüm olacak açıklamayı yapacak gibi titizlikle giyerdi ve evinin küçük bahçesine çıkıp bir sigara yakardı. Mahallede işe giden ve okula geç kalan herkesi tek tek uğurlardı. Bakmayın uğurlardı dediğime, aslında kimse onu görmeden, telaşları avuçlarında, geçer giderdi yanından. Pek nadir insan, bahçede takım elbisesiyle sigara içen adamı fark ederdi. Fark edenler ise bakmaktan öteye gidemezdi, görmezlerdi ve avuçlarında ki telaşlarını ceplerine koyarak hızlıca uzaklaşırlardı.
Herkes yanından geçerken, bazıları bakarken ve kimse onu görmezken, eşi kahvaltıya davet etmek için seslendirdi. Fark edilmemiş olmanın hüznü biterdi o an. Çünkü varlığını, bir kaç çocuğunun annesi görebiliyordu. Çocuklarının bile görmezden geldiği bir hayalet olmaktan imtina edip, ağası olduğu evine girerdi, eşi seslendiği zamanlar. Gerçekte ise eşi bile onun varlığını fark etmek istemezdi, içten içe. Hatta kimseye söyleyemezdi ama Cemo’yu hiç sevmezdi. Bazı zamanlar ölmesini isteyecek kadar nefret ettiğini bilirdim. Çünkü Cemo ölseydi, temizlikten kazandığı bir parça ekmeği tek yemek dışında, hayatında hiç bir şey değişmeyecekti. Belki bölmek zorunda kaldığı ekmeklerden biraz birikim bile yapabilirdi, belki gurbette ki oğluna destek olabilirdi. Belki bölmek zorunda kaldığı ekmekten biraz fazla yese, kızının kocasından yediği dayağı durdurabilecek güce sahip olabilirdi. Cemo olmasaydı, gündelik temizliğe gittiği evlerden çıktığında, süper kahraman olabileceğine inandırmıştı kendisini.
Kimsesizdi Cemal Ağa. Sırasıyla babasını, annesini, ağabeyini ve iki küçük kardeşini toprağa vermişti. Kendisini sevmeyen bir karısı ve senelerdir yüzüne bakmayan bir kaç çocuğu vardı geride. Fakat o, her şeyi varmış gibi tüm mahalleyi her sabah kapıdan uğurlardı ve her akşam bahçesinde karşılardı. Bakmayın karşılardı dediğime, diyorum ya, bazıları bakardı ama kimse fark etmezdi takım elbisesiyle, evinin bahçesinde bir paket sigarayı, çalışan insanların mesai saatlerine sığdırmaya çalışan adamı. Kimsesiz deyince, aslında haksızlık ettim koca ağaya. Mahallede bir tane de olsa dostu vardı elbette. Kendi gibiydi dostu da. Onunda göreni yoktu ve o da eşinden dolayı tek tebaalı bir ağaydı. Ara sıra Cemal Ağa’nın makamına uğrardı ve plastik tahtlarında oturup, demli çaylarını içerlerdi. Harcama yapmazlardı ama piyasaya hayıflanırlardı, işe gitmezlerdi ama işlerin zorluğuna hayıflanırlardı, malları yoktu ama vergilere hayıflanırlardı, kendilerini aramayan çocuklarına hayıflanırlardı, ömürlerini rezil ettikleri karılarına bile hayıflanırlardı ve ara sıra başka kadınlara iç çekerlerdi. İki ağa, gün aşırı, akşam karanlığında bir araya gelirlerdi ve tebaaları onların ölmelerini isterlerdi. Demliğe fare zehri koymayı düşünürlerdi, cesaret edemeyip, tavşan kanı demledikleri çayı servis ederlerdi iki ağaya. Ve ağalar; önlerine her çay gelişinde, bir kere daha gururlanırlardı ağalıklarıyla.
Yakışıklı adamdı Cemo. Uzun boyunu, ince vücut yapısını ve yüzünün güzelliğini korumak, dünyada ki asli göreviydi. Biraz kilo alsa hemen diyete girerdi ve saçlarında ki beyazları kökünden keserdi. Irsi miydi yoksa gamsızlıktan mı bilinmez, yaşına rağmen, saçlarında ki beyazlar yok denecek kadar azdı. Günün önemli bir kısmını ayna karşısında geçirirdi. Ona sorsanız; herkes ona hayrandı ama aslında kendisini yalnızca kendisi görürdü. Bakmak ve görmek arasında ki farka inanmazdı. Çünkü bu farka inanması, yalnızlığının ve dışlanmışlığının kanıtı olurdu. Pek nadir insan evinin önünden geçerken bakardı demiştik ya? Bahçede duran süs havuzuna bakar gibi, yol kenarına park etmiş bir arabaya bakar gibi, herhangi bir ağaca bakar gibi, öylesine bakarlardı. Cemo ise; bu kısa süreli ve öylesine bakışlara, olması gerekenden fazla anlam yüklerdi. Sonra, yüklediği anlamlara inandırırdı kendini.
Konuşmayı beceremezdi Cemal Ağa. Fakat hitabet gücünün, yaşayan, önde gelen liderlere eş değer olduğunu düşünürdü. Gazete okumadığından ve haber programı izlemediğinden pek lider tanıdığı da söylenemezdi. Onun için en erişilmez kişi, arka mahalledeki sağlık kabininin yeni atanmış doktoru Fatih’ti. Çünkü Fatih, onun bilmediği terimler kullanırdı. Burun akıntısına; rinore derdi, grip virüsüne; influenza derdi. Ağa, 200 kelimelik lügatına yeni kelimeler kattığı için ve muayene parası alınmadığı için, hasta numarası yaparak, doktor Fatih’e sık aralıklarla gitmeye çalışırdı. Ondan duyduğu kelimelerin anlamını bilmezdi ama sağlık ocağından evine giden yolda, kelimeleri kullanabileceği uygun cümleler hazırlardı. Akşam plastik tahtında çayını içerken, sabahtan oluşturduğu ve unutmamak için, içinden sürekli tekrarladığı anlamsız cümlesini eşine kurardı. Cümlesi ile o an konuşulan şeylerin bir alakası olmadığından ve eşinin aklı o an çocuklarında olduğundan dolayı takılmazdı yabancı kelimelerin anlamına. Güzel konuşuyormuş gibi bakardı ağaya ve erişilmez Fatih gibi olduğunu düşünerek, güzel konuşmanın gururunu yaşardı ağa.
Bir gün aileyi toplamaya karar verdi Cemo. Tüm aileye ilan edecekti ağalığını, “Ben Cemal Ağayım!” diyecekti gür sesiyle. Davet etmek için, oğullarını ve kızlarını aradı. Geldiler bazıları. Kendisi dahil kimse mutlu değildi bu toplantıdan. Herkesin yüzü yerdeydi ve eşi ikiye bölmek zorunda olduğu ekmeği, çok parçaya bölmek zorunda kalmıştı. Bir tek kendi önüne bir parça ekmek almamıştı. Cemo; önündeki ekmeği az bulup, o anın siniriyle eşinin gözüne baktı. Eşi; kocasından dayak yiyen küçük kızının yaralarını okşadığı için görememişti o haşin bakışı. Sessizlik hüküm sürüyordu masada. Eşi bir damla yaş döktü. Bir damla göz yaşının halıya düşme sesi bozdu sessizliği. “Eli kırılsın. Bırak, yanıma gel kızım! Ben bakarım sana.” dedi. Küçük oğlu sarıldı arkadan; “Anne yapamıyorum oralarda! Anne çaresizim.” dedi. “Gel oğlum, gel aslanım, ben bakarım sana!” dedi. Tüm çocuklar; “Anne!” diye ağladı. Eşi; “Annem…” diye sarıldı hepsine. Derman olamayacağı için, kimsenin derdini anlatmaya gerek duymadığı Cemal Ağa, aslında her şeyi bildiğini düşünüyordu. Fakat ona sorsanız; masada konuşulacak tek şeyin kendi heybeti olduğuna inanıyordu. Çünkü çocuklarını itelediği o iğrenç hayatlarından sorumlu olduğunu bilmesine rağmen, kendi verdiği karar olduğu için makul kabul ederdi yaşananların boyutunu. Küçük kızını asker arkadaşının bağımlı oğluyla evlenmek zorunda bırakmıştı, küçük oğlunu kahvehanede lafı geçen fabrikada çalışması için gurbete yollamıştı, ortanca kızı okumasın diye okul önlüğünü yırtmıştı, büyük oğlu iş kuracakken askere göndermişti.
Kimse “Baba.” demedi, ne o gün, ne sonrasında. Kısa zaman içerisinde herkes o eve yerleşti. Baba olmadan, ağa olunmazdı. Suçluydu Cemo. Bu yaşananlardan sonra ki sabah aynanın karşısına geçti ve yeni bir beyaz saç teli çıkmadığı için gülümsedi. Masanın üzerinde duran sigarasını alıp, mahalleliyi uğurlamak üzere dışarı çıktı…