Yine 1200 kilometre aştım, Kadıköy sahile; senden sana gittim. Çok vaktim yok anlaşılan. Gökyüzü doldu, belli patlayıp boşalacak birazdan.
Geçen senelerde bugün burada bu oldu, yarın şurada şu oldu diye gittiğim yerlerde hatırlatıcılar uyarıyor beynimi. Ne zaman, nerede, ne yaptıysak alarm veriyor, özlemi yanıyor da sönmüyor içimde.
Bir seneyi bir kaç gün aştı seni son defa görmemin üzerinden. Saymakta yordu açıkçası, masa takvimini görmedikçe sayamıyorum artık. İçimde ki kıyameti akışına bırakmış, etrafımdan akan hayatları izlerken gözüm takıldı. Üç metrelik siyah kamış oltalı, gümüş balığı tutmaya çalışmak ile cebelleşen, giyimi diğer balıkçılardan düzgün, kırmızı oduncu gömleği üzerine eski olduğu tüylenmesinden belli olan haki parkesinin altına haki renk çizgili keten pantolon giyinmiş, siyah camlı, numaralı gözlüğü olan bir amcanın yanına sokuldum, “rastgelsin amca, bugün nasıl, var mı birşey?” dedim. Gülümseyerek 5 litrelik su bidonunu gösterdi. Bidonun kapak kısmının altında bıçak ile 3 parmak enden, 2 parmak boydan girecek büyüklükte pencere açmış, tuttuğu balıkları o pencereden içeri atıyor. Vardı bir kaç tane. Tanıştık, dertleştik. Biraz tecrübe dinledim, biraz da abartılmış yalan haliyle. Eskilerden bahsetti. Eskilerin güzelliğinden. Bir zamanlar buralarda elleriyle balık tuttuğunu anlattı! Oltaya iğneyi nasıl bağladığını da anlattı bir şey öğretmenin verdiği heyecanın arttırdığı ses tonu ile; “Misinayı beş defa kancaya dolayacaksın, dört defa da ilmek atacaksın, gavur bağı olur, misinan sağlamsa balina tutarsın, balina!” dedi çoğu dökülmüş, kalanların da çoğu çürümüş sarı tabanlı dişlerini gösterip kahkaha atarak. Bir kaç balıklı yemek tarifi de verdi eskilere özgü. Sonra laf lafı açtı da, konuşacak bir şey kalmayınca, asıl konuşulması gerekenlere geldi mevzu. “Sevdin mi hiç? Ama şimdinin yalan dolan sevgisinden değil, gerçekten sevdin mi?” dedi. Haydarpaşaya çevirdim yüzümü cevap vermek istemeyen mimik takınarak. Tüm oksijeni ciğerlerine doldururcasına iç çekerek “Aslında yaşım çok yok, bakma yüzümün çizgisine, dişlerimin dökülmesine, çok çöktük, çok yıprandık… Eskiler de aslında anlattığım kadar güzel değildi be!” dedi. Karısının kendisinden olan iki çocuğunu evde bırakıp, tek kelime etmeden, tek bir kelime not bırakmadan gidişini anlattı. Senelerce her ilde kapı kapı arayışından söz etti. Nasıl sevdiğinden, umutlarından, umutlarının sönmesinden ve en sonunda vazgeçmesinden falan işte… Vazgeçtikten çok sene sonra öğrenmiş başka bir adama kaçtığını. Tam altı sene sonra tekrar dönmüş kadın. Hem de iki elinde, kaçtığı adamla yaptıkları iki çocuk ile. Üzerindekiler dışında yanlarına aldıkları tek bir parça elbiseleri bile olmadan. Kaçtığı adam, kadını bırakıp, ne var ne yok toplayıp başka kadına kaçmış. Dımdızlak bırakmış kadını anlayacağın. Gözleri doldu, hatta bir kaç damla damladı haki renk, üzeri tüylenmiş parkesine. “Yaşattığını yaşarsın, yaşamadan da ölmezsin.” dedi titreyen ses tellerinden kelimeleri zorla seçebileceğim bir ton ile. Çok duymuştum ama hiç bu kadar anlamlı gelmemişti bu söz. Meraktan ve üzüntüden fal taşı gibi açılmış gözlerimle, yüzüne bakmaya utandığım için yerde duran, ölülerin içinde yaşama tutunmaya çalışan, can havliyle iki üç balığın zıpladığı balık kovasına bakarken, cesaretimi toplayarak “Ne oldu sonra?” dedim aramızda ki sessizliği parçalayıp. Tüm balık setini ve tuttuğu 22 tane balığı bir hışım ile toparlayıp, senelerin yorgunluğu ile çizgileri artıp yaşlanmış, bir kadının tutkusu uğrunda yaşlı gözlerini benden gizleyerek bir anda arkasını döndü gitti. Toparlanmasını ve gidişini izledim, ardından “Ne oldu şimdi? Affetti mi? Aldı mı içeri? Çocuklar ne oldu?” dedim, başım döndü, hemen oturdum boş bulduğum bir banka. Az önce anlamlı gelen o söz tekrar anlamını yitirdi beynimde; “Peki sen kime yaşattığın için yaşadın bunu? Hiç bir şey sebepsiz yaşanmaz!” diyebildim içimden çıkan bir ses ile en son…
Bir kaç saat geçmiş, soğuktan titredi bedenim bak bankın üzerinde. Kış mevsiminde insan gönlünce acı da çekemiyor arkadaş! Soğuktan ellerini hissetmediği için kalem tutamıyor mesela en basiti. Gidecek başka mevsim mi bulamadın? Yaz mevsiminde gitseydin keşke; 3 kat üzerine giyindiğim mont olmazdı üzerimde. Kalkar bir tişörtlük bedenimle suya yakın otururdum. Hem taşta popom da üşümezdi. Bak bir de bu yüzden içerledim gidişine. Madem ayrılıklar hayatın bir gerçeği ve her canlı ayrılığı bir gün mutlaka tadacak; bundan sonra tüm ayrılıklar sıcak havalarda olsun!
Al işte bak, mukadder son; başladı yağmur. Mürekkebini dağıtıyor yazdıklarımın. Buralar da dar geldi, senden sana gitmenin vaktidir, geldi çattı…
Hani olmaz da; ben nasılım diye merak edecek olursan çoktandır dalgınım, ben başkasına yanaşmadıkça ne dediğini anlamadan soru veya sohbet istemediğimi gösteren bir tutum ile sadece elimi kaldırıyorum yanaşanlara. Biraz da dargınım hecelere. Anlatmaya yetmiyor içimde ki gaileyi anlatma gayemi.